İstanbul Sözleşmesi Nedir? — İstanbul Sözleşmesi’ni Tanımlamak, Açıklamak ve İddialara Cevap Vermek

görsel kaynağı: https://storage.needpix.com/rsynced_images/equality-1245576_1280.png

Yazarlar: Gaye Naz Özyol & Orkun Usta

1. Giriş

İstanbul Sözleşmesi olarak da bilinen ‘’Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’’; son zamanlarda kamuoyunun ilgisini kazanmış görünüyor. Ancak ne yazık ki ülkemizde pek çok konuda olduğu gibi İstanbul Sözleşmesi üzerine süren tartışmalar da sözleşmenin içeriği, bilimsel bilgilerden soyutlanarak abartmalar ve söylevler üzerinden yürütülmektedir. Hâlbuki hukuk tekniği ve cinsiyet sosyolojisini yakından ilgilendiren böylesi bir konuda kavramlar ve bağlantıların düzgün kurulması son derece önemli. Bu sebeple, bu yazımızda Sözleşmenin uluslararası korumaya haiz tuttuğu değerler ile yeni kavramların açıklanması için çabalayacağız.

1.1.İstanbul Sözleşmesi Nedir, Hangi Konuları Kapsar?

2011’de imzaya açıldığı yer olan İstanbul adıyla anılan ilgili sözleşme, aslında, Türkiye’nin de üyesi olduğu, Avrupa Konseyi bünyesinde oluşturulmuş bir uluslararası anlaşmadır (‘’Convention’’). İmzacı taraf devletler üzerinde hukuken bağlayıcılığı olup ‘’aile(ev) içi şiddet’’ ve ‘’kadına karşı şiddet’’ ile doğrudan ilgilenen ilk uluslararası belge niteliğindedir.

Kadına karşı şiddet konusu, daha önce insan hakları hukuku kapsamında ele alınırken Sözleşme’de ilk defa ‘’toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık ve şiddet’’ bağlamında düzenlenmiştir. Cinsiyet, cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet kimliği temelli tüm ayrımcılık biçimlerine karşı mücadele edilmesi, erkek şiddetinin önlenmesi, şiddete karşı tedbir alınması konusunda, taraf devletlere pek çok yükümlülük yükleyen ilk anlaşmadır.

İstanbul Sözleşmesi’nin asıl konusu, cinsiyet kimliğinden dolayı şiddete maruz kalan mağdurların korunması, faillerin cezalandırılması ve şiddetin engellenmesidir. Kadın hakları bağlamında Sözleşme, kadını yalnızca kadın olduğu için uğradığı ayrımcılık ve şiddetten korumayı amaçlar. Daha ileri bir politika amacı olarak da kadının toplumun her kademesinde erkek ile fiilen eşitliğini sağlayacak araçlar geliştirir. Yani toplumda kişinin cinsiyet kimliğinden dolayı dışlanması, ötekileştirilmesi, sosyal ve ekonomik kaynaklardan mahrum bırakılmasının önüne geçilmek istenmektedir.

1.2.Neden Böyle Bir Sözleşmeye Gerek Var?

Sözleşme hazırlıklarına giden süreçteki en önemli kilometre taşlarından biri İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin verdiği Opuz v.Türkiye kararıdır. Detaylı incelemesi buraya sığamayacak olan davaya konu olayda; ‘’davacı Nahide OPUZ 10 Nisan 1995’te başlayıp 29 Ekim 2001 tarihine kadar devam eden süreçte kocası Hüseyin OPUZ’un 5 kez saldırısına uğramış, ardından 11 Mart 2002 tarihinde Nahide OPUZ’un annesi, Hüseyin OPUZ tarafından öldürülmüştür. Bu süreçte, Nahide OPUZ’un kendisini ve annesini korumak için yaptığı başvurular sonuçsuz kalmıştır. Nahide OPUZ ancak AİHM kararı ve Adalet Bakanlığının ısrarı ile koruma altına alınabilmiştir. Bu süreç içinde kocası tarafından sürekli şekilde takip ve tehdit edilmiştir.’’

Bu kararda, şiddet mağduru kadınların korunması için hızlı ve yeterli tedbirler alacak mekanizmaların eksikliği açıkça görülmektedir. Bu sorun sadece Türkiye’ye mahsus olmayıp görece ileri Kuzey Avrupa ülkelerinde de mevcuttur. Ancak bu sorunu çözmek için uluslararası bir anlaşmanın gerekliliğini gösteren olayda Türkiye’nin insan hakları ihlalinden mahkûm olmuş olması ülkemiz adına üzücüdür.

1.3.‘’Şiddet’’ Nedir?

Şiddet kavramı, ‘’kadına karşı şiddet’’(‘’violence against women’’) ve ‘’aile(ev) içi şiddet’’(‘’domestic violence’’) olarak iki başlıkta açıklanmıştır.

Sözleşme m.3/b.(a) kadına karşı şiddeti toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak tanımlamaktadır. Fiziksel veya cinsel şiddet (örneğin cinsel saldırı) ilk akla gelen türleri olsa da kadının ekonomik hayattan dışlanması, çalışmasının engellenmesi, cinsiyet kimliğine dayalı olarak zorunlu olduğu sanısı ile ev hizmetlerine mecbur edilmesi gibi çeşitli baskılar da şiddet teşkil eder.

Aile(ev) içi şiddet kavramı ise kadın veya erkek ayırt etmeksizin ya da akrabalık bağı veya hukuki bağ aranmaksızın aile gibi yaşayan bireyler arasında gerçekleşen fiziksel, psikolojik, ekonomik şiddet olaylarını ifade etmektedir.

Bu gelişmelerin sonucunda, kimsenin cinsiyet kimliği veya cinsel yönelimi gibi olgulardan dolayı şiddet ve ayrımcılığa maruz kalmaması ve bu konudaki çabalrın birleştirilmesi için uluslararası standartalrın tesisi ile devletlerin işbirliğini sağlamak için İstanbul Sözleşmesi hazırlanmıştır.

1.4.Cinsiyet, Toplumsal Cinsiyet Kimliği, Cinsel Yönelim…?

‘’Cinsiyet” kavramı, buna bağlı olarak da “kadın” ve “erkek” kavramları aslında iki farklı anlama sahiptir. “Kadın” ve “erkek”, bir bireyin doğuşundan sahip olduğu biyolojik cinsiyet (“sex”) özelliğini tanımlamada kullanılır. İstanbul Sözleşmesi doğumla belirlenen biyolojik cinsiyet ile ilgilenmemektedir.

Bu tanımdan farklı olarak toplumun, belirli bir tarihsel süreç ve sosyolojik yapı dâhilinde “kadın” ve “erkek” kavramlarına yüklediği belirli nitelikler, davranış biçimleri, beklentiler, kısacası normlar ise toplumsal cinsiyet (“gender”) ile ifade edilir. Toplumsal cinsiyet, doğuştan gelmeyen, toplum içinde yaşayışla öğrenilen, kültürel bir olgudur. Bireyler bu normlara uyma durumuna göre kadınsı/feminen — erkeksi/maskülen olarak ifade edilir. Örnek vermek gerekirse ‘’kadınlar duygusal olur’’, ‘’tipik kadın uzun saçlıdır’’, ‘’belirli işler kadınların yapısına daha uygundur’’ gibi tanımlamalar; kişinin doğumu ile belirlenen biyolojik cinsiyetinin bir ürünü olmayıp toplumun kadın ve erkek rollerini belirlemede sosyal yapısı içerisinde yarattığı olgulardır.

Cinsel yönelim ise kişide cinsel duygu, istek ve davranışların belli bir cinsiyete çekimidir. Örneğin cinsel yönelim karşı cinse olduğunda heteroseksüellik, kendi cinsine dönük olduğunda eşcinsellik, her iki cinse dönük olduğunda biseksüellik adı verilir. İstanbul Sözleşmesi’nde cinsel yönelimin, kişiye karşı şiddet ve ayrımcılığa gerekçe olamayacağı açıkça ifade edilmiştir. Kişinin kendi tercihi olmayan ve doğuştan gelen bir özelliği sebebi ile dışlanması, insan haklarına saygılı ve fırsat eşitliğine dayanan bir toplumda kabul edilemeyeceğinden; kişinin kendi cinsel yönelimine uygun yaşabilmesi İstanbul Sözleşmesi’nin mantığında (‘’ratio legis’’) korunması gereken bir özgürlük alanıdır.

1.5.Toplumsal Cinsiyet ve “Kadına Yönelik Şiddet” Arasındaki Bağlantı Nedir?

İşlenen suçların, arkalarında yatan psikolojik ve sosyolojik sebeplerle birlikte kategorilendirilmesi, o suçların işlenmesini engellemek üretilecek ‘’suç politikalarını’’ belirlemek için ana yöntemdir. Suç, salt Ceza Hukuku alanında yapılan değişiklikler ve kolluk kuvvetlerinin yetkilerinin genişletilmesi ile engellenemez. Toplumsal yapıda suçu ve suçluyu üreten sosyal, kültürel, psikolojik olguların da ortadan kaldırılması gerekir.

Toplumsal cinsiyetler arasında eşitliğin olmaması, suçların işlenmesine sebebiyet verir. Kadına yönelik şiddet ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği arasında direkt bir bağlantı vardır. Örneğin: bir kadın evlilik dışı cinsel ilişkiye girdiğinde zulme maruz kalıyorsa ancak o kadının erkek partneri sosyal çevresinden benzer bir tepki ile karşılaşmıyorsa, bu durumda kadının toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı bir şiddete maruz kalması söz konusudur. Çünkü kadın, toplumsal cinsiyet normlarına uymadığı için zulme maruz kalmıştır.

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yol açtığı bir diğer şiddet türü kadın tecavüzleridir. Devletin suç politikası, cinsel saldırı (halk tabiri ile tecavüz veya ‘’ırza geçme’’) suçları karşısında cezaların arttırılması veya erkek faillerin kısırlaştırılması (‘’kastrasyon’’) gibi önlemlere ağırlık verme eğilimindedir. Halbuki cinsel saldırı suçlarının faillerinin çok azı cinsel arzularını tatmin amacıyla hareket etmektedirler. Kadın tecavüzlerinin asıl sebebi kadın üzerinde egemenlik kurma veya namus temizleme gibi sosyal amaçlardır. Yani bu suçlar da toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve cinsiyet rollerinin bir ürünüdür.

2. İstanbul Sözleşmesine Eleştirilere Cevaplar

2.1.Sözleşme ‘’Cinsiyetsizleşmeyi’’ mi Savunuyor?

HAYIR! Sözleşme biyolojik cinsiyet olgusu ile ilgilenmemektedir. Sözleşme toplumsal cinsiyet anlamına gelen kadın ve erkek rollerini ‘’ortadan kaldırmak’’ gibi bir amaç da gütmemektedir. Sözleşmenin asıl vurguladığı nokta, toplumsal cinsiyetin bir eşitsizlik ve sömürü nedeni olmaması, kadınlar özelinde, kadının kadın olduğu için maruz kaldığı şiddet ve ayrımcılığın ortadan kaldırılmasıdır.

Toplumun kültür ve gelenekleri cinsiyet kimliğini belirleyebilir. İstanbul Sözleşmesi bu kültür unsurlarını ortadan kaldırmayı amaçlamaz. Ancak bir toplumun geleneklerine göre tanımlamış kadın rolü, kadını şiddete ve dışlanmaya mahkûm ediyorsa artık bu gelenek değerlerinin çağdışı ve faydasız olduğunu da kabul etmek gerekir. Geleneğin kutsallaştırılmaması gerektiği; insan aklının toplumları daha iyiye götürmede yenilikler sunabileceği unutulmamalıdır.

İstanbul Sözleşmesi bu bağlamda toplumların özgün kültürünü ortadan kaldırmayı ve tek tipleşmeyi amaçlayan bir anlaşma değildir. Ancak toplumların kadın ve erkeğin fiilen eşit olduğu, kadının özgürleştiği bir toplum düzenine doğru ilerlenmesi için atılmış bir adımdır, yani ilerici bir amaç gütmektedir.

2.2.Sözleşme Geleneksel Aile Yapısını Bozuyor mu?

HAYIR!

İstanbul Sözleşmesine yöneltilen bir diğer eleştiri, mevcut aile yapısını ve ona bağlı geleneksel değerleri yıprattığı yönündedir. Muhafazakâr siyasi görüşten pek çok kalem Sözleşmenin madde 12(5) ve 42(1) hükümlerini ‘’toplum dokusu’’ ile bağdaşmaz bulmaktadır. İlgili hükümlere göre herhangi bir şiddet olayı ‘’ kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” gerekçeleri’’ ile savunulamayacaktır. Bir diğer deyiş ile, hukuk düzeni bu kavramları özellikle Ceza Hukuku alanında tanımayacak, bu kavramlara kamusal değer atfetmeyecektir.

Sözleşmenin aile kurumunu ortadan kaldırmak gibi alt bir amacının olduğunu savunan yazarlar; bunun özellikle hâkim kültür olma iddiasındaki ‘’seküler’’ Batılı-liberal anlayışın bir dayatması olarak görme eğilimindedirler. Bu yazarlar aynı zamanda Türkiye gibi ‘’Müslüman bir ülkenin’’ ‘’inanç sistemine’’ dâhil olan namus gibi değerlerin zorla tahrip edildiğini, böylelikle geleneksel toplum yapısının bozulduğunu iddia etmektedirler.

Ne var ki İstanbul Sözleşmesi; aile kurumunu doğrudan ilgilendirmemektedir. Sözleşme maddeleri Aile Hukukuna dair hükümler içermez. Madde 12(5) ve 42(1)’de ifade edilen husus; bu sosyal değer veya olguların şiddete, ayrımcılığa gerekçe olamayacağı, hukuken geçerli bir savunma oluşturamayacağıdır. Hukuk düzeni, objektif ve akla dayalı bir kurallar bütünü ortaya koyar. Bir kişi, salt şahsi ahlak anlayışı veya mensup olduğu toplum kesiminin namus tanımına dayanarak bir başkasına elbette şiddet veya ayrımcılık uygulayamamalıdır. Aksi halde, mahkemelerin, fail veya mensup olduğu aile, köy, dini grup vb.’nin toplumsal ahlak anlayışlarına göre hüküm vereceği bir düzende hukuk güvenliği veya insan haklarından bahsetmek de mümkün olmayacaktır. Böyle bir durumun doğal sonucu, siyasi gücü elinde tutan kesimin kendi ahlak ve namus anlayışlını yargı yoluyla toplumun kalanına dayatması olacaktır.

Zaten kadını sürekli ve sistematik şiddete maruz bırakan, ekonomik hayattan dışlayan, kendi iradesine zincir vuran bir ahlak veya namus anlayışının, Türk ailesinin temeli olabilmesi de mümkün değildir. Aile kurumunun temeli dayanışma, paylaşım ve sevgi bağıdır; kadının sömürülmesi ve dışlanması değildir. Eğer ki kadın fiziksel ve psikolojik olarak şiddete uğruyorsa, kadının çalışarak bağımsız ekonomik varlığına dahi engel olunuyorsa böyle bir düzende zaten sağlıklı bir ailenin varlığından bahsedilemez

Bütün bunlara ek olarak sözleşmede ele alınan ev içi şiddet, sadece kadınları değil, cinsiyet gözetmeksizin tüm dezavantajlı kişileri yani çocukları ve yaşlıları da korumaktadır. Bu açıdan aile içinde her türlü şiddet ve sömürüyü önleyerek ailenin korunmasına dahi hizmet etmektedir.

2.3.Sözleşme Kadın, Erkeğe Göre Daha mı ‘’Üstün’’dür?

HAYIR! Kadına yönelik şiddet”, “kadın cinayeti” gibi kavramlar, bazı kişiler tarafından “kadının yaşamını diğer yaşamlardan daha üstün tutan ayrımcı, cinsiyetçi tanımlamalar” olarak nitelendirilse de bu söylem gerçeği yansıtmamaktadır. “Kadın” kelimesinin bilhassa vurgulanması, işlenen suçun arkasındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliğini belirtme amacı taşır. Devlet politikaları ve hukukta kadına ayrıca önem verilmesi, toplumdaki fiili eşitsizlik sebebiyledir.

İstanbul Sözleşmesi, sadece kadına yönelik ayrımcılığı kapsamaz. Kişinin cinsiyet kimliğinden ve cinsel yöneliminden dolayı uğradığı her türlü şiddet ve ayrımcılığı engellemeyi amaçlar. Mevcut ataerkil düzende fiilen baskılanan, özgürlüğü kısıtlanan ve dışlanan grup asıl olarak kadınlar veya farklı cinsel yönelimi olan bireylerdir. Sözleşme bu sebeple bu gruplara odaklanır.

2.4.Sözleşmede Sadece Kadının Beyanına Dayanılarak Erkek Mahkum mu Ediliyor?

HAYIR! İstanbul Sözleşmesi, kadının beyanını esas alarak erkeği suçlu ilan etmeye yönelik herhangi bir hüküm içermez. Kadının beyanının esas alındığı konu koruma tedbirleridir. İstanbul Sözleşmesi’ne göre koruma tedbirlerinin alınması için şiddetin belgelenmesi gerekmemelidir. Bunu da doğal karşılamak gerekir. Çünkü şiddet iddiasının gerçeklik olasılığı ne kadar küçük olursa olsun potansiyel mağdur için riskler çok büyüktür. Şiddet, mağdurun fiziksel ve ruhsal durumu üzerinde geri dönülemez hasarlar bırakabilmektedir. Bu sebeple, muhtemel bir yanılgı ve delil yetersizliği durumunda dahi öncelikle kadın ve çocuklar gibi korunmasız gruplar lehine yorum yapılmalıdır.

“Mevcut uygulamada gerek fiziksel gerekse cinsel şiddette, ilgili hukuksal mekanizmaların ve koruma kararları gibi süreçlerin işlemesi için şiddetin belgelenmesi istenmektedir. Elbette bu süreçte şiddet mağduru daha da örselenmektedir. İstanbul Sözleşmesi ile bu işlemleri kolaylaştırıcı ve uygulama amaçlı bir sistem kurulması öngörülmekte, böylelikle şiddet mağdurundan delil aranmadan müdahale edilmesi amaçlanmaktadır.”[1]

Kadının beyanının esas alınmasında yalnızca kadının korunması amaçlanmaktadır. Yoksa erkeklerin delil aranmaksızın tutuklanması veya mahkûm edilmesi mümkün değildir. Bu ikinci husus ceza yargılamalarını ilgilendirir. Ceza Hukukunun temel ilkelerinden biri şüpheden sanık yararlanır (in dubio pro reo) ilkesidir. Yani hiç kimse yeterli kanaat oluşturucu delil olmadan hapse atılamaz. Olayların gelişimi hakkında şüphe varsa fail lehine yorum yapılır. Ama bu durumun aşırı usul katılığına varmaması, özellikle cinsel saldırı gibi vakalarda suçun delillerinin sunulmasının bazen çok zor olduğu, delil araştırma sürecinin mağdur üzerinde aşırı baskı yaratabildiği de unutulmamalıdır. Aşağıdaki olay yol göstericidir:

‘’Kadından tecavüz iddiasını destekleyecek delil getirmesi beklenmektedir. Elazığ’da yedi yıl boyunca bir kız çocuğuna cinsel istismarda bulunan sanığın delil yetersizliğinden serbest bırakılması bu duruma verilecek örneklerden sadece biridir. Başka bir davada, patronunun oğlu tarafından tecavüze uğrayan kadının doktor raporuna rağmen sanık hakkında verilen 2 yıl hapis cezası olayın zorla gerçekleştiğine dair kanıt olmadığı gerekçe gösterilerek Yargıtay tarafından bozulmuştur.”[2]

2.5. Sözleşme Eşcinselliği ‘’Teşvik’’ mi ediyor?

HAYIR! İstanbul Sözleşmesi LGBT+ bireyler hakkında doğrudan bir düzenleme getirmemektedir. Buna ilişkin tek ifade, kişinin cinsel yönelimi sebebi ile ayrımcılığa uğramaması gerektiğidir (madde 4(3)) ki bunun son derece doğal karşılanması gerekir. Kişinin doğuştan gelen, seçimine tabi olmayan yani kendine sorumluluk yüklenemeyecek özelliklerinden dolayı kötü bir muameleye tabi olmasının 21. Yüzyılda hiçbir açıklaması yoktur. Eşcinsel pek çok bireyin aileden başlayarak maruz kaldığı sürekli ve sistematik dışlanma ile baskıyı düşünürsek bu kişilerin ayrımcılığa karşı korunması için özel politikaların üretilmesi gerektiği de ortaya çıkacaktır.

Bu konudaki bir iddia ise Sözleşmenin partnerler arası şiddeti de kapsaması sebebi ile eşcinsel birlikteliklere ‘’hukuki meşruiyet’’ sağladığıdır. Öncelikle ülkemizde eşcinsel çiftlerin bir arada yaşaması zaten hukuka uygundur. Sözleşme, bu kişilere aile kurumuna has hukuk rejimini uygulamak gibi bir hükmü de yoktur. Buradaki tek husus, taraflardan birinin sosyal yakınlıktan istifade ederek uyguladığı şiddetteki kötülüğün vurgulanmasından ibarettir!

Kaldı ki bireyin cinsel yönelimi dayatılacak ya da teşvik edilecek bir şey değildir!!

2.6. Sözleşme Dış Güçlerin Bir Dayatması mı?

İstanbul Sözleşmesine yöneltilen eleştirilerden biri, anlaşmanın bağlayıcı nitelikte olması ve kurduğu uluslararası izleme mekanizmasının Türkiye’nin kendi sosyal politikaları ve iç hukukunu düzenleme yetkisini, yani egemenlik haklarını sınırladığıdır.

Öncelikle herhangi bir devlet, ancak kendi rızası ile uluslararası hak ve yetkilere konu olabilir. Yani devletlere hukuk nezdinde, uluslararası anlaşmaların dayatılması mümkün değildir (siyaset bilimi açısından güç dengeleri aksi durumlar yaratabilse de). Devletlerin diğer uluslararası aktörler ile anlaşma imzalayabilmesi ve yeni hukuki statüler yaratabilmesi de egemenlik yetkisinin doğrudan bir sonucudur.

Türkiye Cumhuriyeti, İstanbul Sözleşmesinin kuruluş çalışmalarında aktif rol almış, anlaşmayı yetkili organı olan yasama meclisinde ilk onaylayan ülke olmuştur. Türkiye’nin Sözleşme ile bağlılığı bu açıdan kendi iradesinin ürünüdür. Dahası TBMM Sözleşme m.70/2 gereğince sözleşmenin uygulanmasının denetimine de katılmaktadır.

Kaldı ki Sözleşme teorik olarak bağlayıcı olsa da Türkiye’nin üstlendiği uluslararası yükümlülükleri ihlal etmesi durumunda yargı yetkisine sahip, kararlarının yürütümü zorunlu olan bir mahkeme öngörülmemiştir. Devletlerin uluslararası mahkemelerde yargılanmaları için, bu konuda rıza göstermiş olmaları aranır. Hâlbuki Sözleşmede Türkiye’nin böyle bir öngelen rızası bulunmamaktadır. Tarafların uzlaşması veya ‘’arzu halinde’’ Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin arabuluculuğu (m.74/2) gibi mekanizmalar Türkiye’nin iradesine aykırı sonuçlar üretebilecek güçten yoksundur.

Sözleşmenin uygulanmasını inceleyen uluslararası kuruluş, GREVIO olarak anılan izleme grubudur. Bu kuruluş, taraf ülkelerde kadına karşı şiddetin ve ayrımcılığın engellenmesi için yapılan çalışmalara ilişkin yeterlilik değerlendirmeleri yapıp bu konuda bilgileri kamuoyuna duyurmakla görevlidir. Grubun 2015 yılından sonra Türkiye aleyhine raporları, ülkemizde pek çok kesimin tepkisini çekmiş ve izleme mekanizmasının Türk toplumunun iç sorunlarını ‘’Avrupa’’ denetimine açtığı yorumları yapılmıştır. Maalesef ülkemizde her uluslararası rejime ve denetim unsuruna karşı süregelen bir önyargı mevcuttur. Nitekim ilgili komisyon yalnızca Türkiye’yi değil, diğer taraf devletleri de denetleyen bir kuruluştur. Bu açıdan Türkiye de GREVIO üzerinden fiilen diğer devletleri izlemektedir. Ayrıca GREVIO’nun 2015’te seçilen başkanı bir Türk akademisyen olan Prof. Dr. Feride Acar’dır. Kendisi 2017 yılında ikinci kez başkan seçilmiş ancak 2019 yılında Grup seçimlerinde Türkiye tarafından aday gösterilmemiştir. GREVIO kararları hiçbir şekilde bağlayıcı değildir.

Bu açıdan İstanbul Sözleşmesi, Türkiye için kendi iradesi ile kadının toplumdaki konumunu düzeltmek için taraf olduğu bir anlaşmadır. Yukarıda anlatıldığı gibi Türkiye’nin kendi rızası dışında uygulamalara yer yoktur. Sözleşme, kendi başına doğrudan uygulamaya müsait olmayıp iç hukuk ve siyasetin Sözleşmede ifade edilen amaçlara göre düzenlenmesi Türkiye’nin tasarrufundadır. Mevcut 5237 sayılı TCK, Sözleşmeden önce kadını koruyan ceza hukuku düzenlemeleri getirmiştir (2004). Türkiye’nin, uluslararası camiadan gelen eleştirileri tepki ile karşılamak yerine bunları akılcı şekilde değerlendirip ülkemizde kadının hak ettiği konuma erişmesini sağlamak için gerekli adımları atması daha yerinde olur.

2.7.Neden kadınlara yönelik şiddeti bir insan hakları ihlali çerçevesinde değerlendirmiyoruz da ‘kadın’ ve ‘erkek’ kelimelerini vurguluyoruz? Bu cinsiyetçilik ve ayrımcılık değil mi?

Kadına Yönelik Şiddet” “Kadın Cinayeti” “Erkek Şiddeti” tanımlarındaki “kadın” ve “erkek” kelimelerinin vurgulanma sebebi, bu eylemlerin toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklandığını belirtmektir. Bu cümlemizi daha iyi açıklamak amacıyla önce “toplumsal cinsiyet”in tanımını yapacağız, devamında da toplumsal cinsiyet ve bu tanımlar arasındaki bağı-gerekliliği açıklayacağız.

2.7.1. Toplumsal Cinsiyet Nedir?

“Cinsiyet” kavramının, buna bağlı olarak da “kadın” ve “erkek” kavramlarının aslında farklı anlamları var. “Kadın” ve “erkek” kavramları, bir bireyin doğuşundan sahip olduğu biyolojik cinsiyet (İngilizce: “sex”) özelliğini tanımlamada kullanılabilir. Bu tanımdan farklı olarak; toplumun, belirli bir tarihsel süreç ve sosyolojik yapı dahilinde “kadın” ve “erkek” kavramlarına yüklediği belirli nitelikler, davranış biçimleri, beklentiler, kısacası normlar ise “toplumsal cinsiyet (İngilizce: “gender”) ile ifade edilir. Dolayısıyla bu kavram kültürel bir yapıyı karşılar. Bireyler bu normlara uyma durumuna göre kadınsı/feminen — erkeksi/maskülen olarak ifade edilebilir. [3] Türk toplumsal cinsiyetindeki bazı nitelikleri örnekleyecek olursak:

Kadın: narin, duygusal, anne, yardımcı karakter, hükmedilen…

Erkek: güçlü, rasyonel, uzman, ana karakter, hükmeden…

2.7.2. Toplumsal Cinsiyet ve “Kadına Yönelik Şiddet” Arasındaki Bağlantı Nedir?

İşlenen suçların, arkalarında yatan psikolojik ve sosyolojik sebeplerle birlikte kategorilendirilmesi, o suçların işlenmesini engellemek için çıkılacak çözüm yolunda en etkili yöntemdir. Suçları engellemeye yönelik çalışmanın da bir toplumsal değişim — dönüşüm hareketini beraberinde getirmesi gerekir. Toplumsal cinsiyetler arasında eşitliğin olmaması, suçların işlenmesine sebebiyet verir. Kadına yönelik şiddet ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği arasında direkt bir bağlantı vardır. Bu nedenle kadına yönelik şiddetin yalnızca “insan hakkı ihlali” gibi genel bir kavram altında değil, “toplumsal cinsiyet eşitsizliği” gibi özel bir kavram altında incelenmesi gerekir. Örneğin: bir kadın evlilik dışı cinsel ilişkiye girdiğinde zulme maruz kalıyorsa ancak o kadının erkek partneri zulme maruz kalmıyorsa, bu durumda toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı bir zulüm söz konusudur. Kadın, toplumsal cinsiyet normlarına uymadığı için zulme maruz kalmaktadır.[4]

“Kadına yönelik şiddet”, “kadın cinayeti” gibi kavramlar, bazı kişiler tarafından “kadının yaşamını diğer yaşamlardan daha üstün tutan ayrımcı, cinsiyetçi tanımlamalar” olarak nitelendirilse de bu söylem gerçeği yansıtmamaktadır. “Kadın” kelimesinin bilhassa vurgulanması, işlenen suçun arkasındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliğini belirtme amacı taşır. “Erkek şiddeti” tanımı da aynı bağlantı ile ortaya çıkmıştır. Erkek şiddeti, tüm erkeklerin şiddet uygulamaya meyilli olduğu veyahut tüm erkeklerin bireysel olarak suçlu olduğu anlamını taşımaz. Bir erkek, toplumsal cinsiyetin “erkek” kavramına yüklediği nitelikler sonucu bir kadına şiddet uyguluyorsa, bunun adı erkek şiddetidir. Yani buradaki “erkek” kelimesi, toplumsal cinsiyetin sağladığı “erkek” kavramına işaret eder.

2.8.Sözleşme Aile Yapısını Bozuyor mu? OPUZ DAVASI Özelinde İnceleme.

Türk toplumundaki mevcut toplumsal cinsiyet algıları ve aile kurumu algısı da karşılıklı ilişki içindedir. Bu algıyı çözümlemeden önce Opuz Davasını aktaracağız.

Opuz Davası

“Bu davaya konu olayda, davacı Nahide OPUZ 10 Nisan 1995’te başlayıp 29 Ekim 2001 tarihine kadar devam eden süreçte kocası Hüseyin OPUZ’un 5 kez saldırısına uğramış, ardından 11 Mart 2002 tarihinde Nahide OPUZ’un annesi, Hüseyin OPUZ tarafından öldürülmüştür. Bu süreçte, Nahide OPUZ’un kendisini ve annesini korumak için yaptığı başvurular sonuçsuz kalmıştır. Cezaevine konan Hüseyin OPUZ, uzun süre tutuklu olarak yargılanmasının ardından, 26 Mart 2008 tarihli oturumda 15 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırılmış ve tutuklu bulunduğu süre göz önüne alınarak tahliye edilmiştir. Salıvermeyi müteakip Hüseyin OPUZ, Nahide OPUZ’u kendisi ile tekrar beraber olması için tehdit etmeye devam etmiştir. Bu arada, dava İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nde 15 Temmuz 2002 tarihinde açılmış olup, Nahide OPUZ’un korunma altına alınması ve kendisine yönelik tehditlerin önlenmesi, nihai kararın verildiği 9 Eylül 2009 tarihinden ancak kısa bir süre önce İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin ısrarlı talepleri ve Adalet Bakanlığı’nın müdahalesi üzerine 21 Kasım 2008 tarihinde gerçekleşmiştir. Bu açıdan bakıldığında, tipik bir ısrarlı takip vakası olan Opuz davasında, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, polisin kendisine yapılan koruma başvurularında adeta bir arabulucu gibi davranıp, kadınları evlerine gönderip kocaları ile barışmaya davet etmesi ve şikâyetlerinden vazgeçirmeye çalışması ya da şiddet konusunu aile içi bir mesele olarak görüp müdahale etmek istememesi sebebiyle, kadının şiddetten korunmasını amaç edinen kanunların uygulanmasında ciddi sorunlar bulunduğunu, bunun da hak ihlallerine yol açtığını belirtmiştir. Mahkeme ayrıca, Hüseyin OPUZ hakkındaki ceza yargılamasının 6 yıldan fazla sürmesi, koruma ve tedbir başvurularında, bu başvuruların sanki boşanma davalarına yönelik bir tedbirmiş gibi algılanarak duruşma için uzun süreler verilmesi, şiddet faillerinin caydırıcı bir cezaya çarptırılmayıp cezaların namus gerekçesiyle haksız tahrik indirimine tabi tutulması gerçeği karşısında, hane/aile içi şiddet fiillerinden temel olarak kadınların olumsuz etkilendiğini ve yargı organlarının pasif davranmasının da şiddetin işlenmesi için uygun bir ortam hazırladığını belirtmiştir.

Bu bulgu ve delillere uygun olarak mahkeme, her ne kadar kasıtlı olmasa da yargı makamlarının genel olarak kadına yönelik şiddet konusunda gereken hassasiyeti göstermeyip, kayıtsız kalmasını, sanıkların şiddet eylemlerinin caydırıcı bir cezai yaptırıma tabi tutulmamasını göz önüne alarak, Nahide OPUZ ve annesinin toplumsal cinsiyete dayalı şiddete ve dolayısıyla şiddetten korunma noktasında ayrımcılığa tabi tutulduğunu tespit etmiş, yaşananların İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 2’nci 3’üncü ve 14’üncü maddelerine aykırı olduğu hususunu karara bağlamıştır. Mahkemeye göre, Hüseyin OPUZ’un şiddet eylemleri karşısında verilen yargı kararları, etkililikten yoksun, belli bir düzeyde hoşgörü içeren ve Hüseyin OPUZ üzerinde gözlemlenebilir hiçbir önleyici ya da caydırıcı etki yaratmayan kararlardır. Dolayısıyla, bu vakadaki şiddet olayları İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 3’üncü maddesinde belirtilen minimum sınırı aşmış ve kötü muamele derecesine ulaşmıştır.

Bu davada tespit edilen bulgulara göre, yargı makamlarının kadına yönelik şiddet eylemleri karşısında pasif kalması, kadına yönelik şiddeti durdurmayı amaçlayan mevzuatı toplumsal cinsiyet farklılıklarına duyarlı bir şekilde yorumlamaması, polisin şiddet eylemlerini soruşturma ve mağdurları koruma konusunda gönülsüz davranması halinde, kadınlara sırf kadınları olmaları sebebiyle uygulanan yahut kadınları orantısız bir biçimde etkileyen ve nihayetinde devletin yeterli ve etkin bir koruma sağlayamaması durumunda devlet ile bağlantısı açık olan, toplumsal cinsiyete dayalı şiddetten kaynaklanan bir zulmün mevcut olduğunu söylemek mümkündür.”[5]

“Opuz/Türkiye ve Durmaz/Türkiye kararlarında, kadınları şiddetten koruyan birtakım düzenlemeler hayata geçtiyse bile bu düzenlemelerin yetkili makamlar tarafından etkili şekilde uygulanmadığı vurgulanmaktadır. Özellikle aile içi şiddet davalarında kovuşturmayı gerçekleştiren birimlerin konuyu ‘aile içi meseleler’, ‘mahrem’, ‘namus’ kavramlarından bağımsız değerlendirmedikleri bilinmektedir. Şiddet gören bir kadın polise başvurduğunda genellikle polis tarafından ikna edilmekte veya aile yakınları, akrabaları tarafından arabulucu rolü üstlenilerek olayların üzeri örtülmektedir. AİHM’nin “adli pasiflik” olarak ifade ettiği bu durumun önüne geçmeye yönelik yasalarda herhangi bir yaptırım düzenlenmemiştir.”[6]

Örnek vakadan yola çıkarak Türk toplumundaki ve adliyesindeki yerleşik “aile” algısını incelemeye şimdi başlayabiliriz. Opuz örneğinde de gördüğümüz gibi, boşanmayı önlemek ve ailenin varlığını devam ettirmek burada birincil amaçtır. Ailedeki bireylerin, özellikle de kadının, can güvenliği bundan daha değerli değildir. Şiddete müdahale etmek yerine arabulucu vasıtasıyla şiddet uygulayan erkek ile şiddet uygulanan kadının barıştırılmaya çalışılması, bu tanımı doğrular niteliktedir. Bu tip davranışlarını ve kararlarını ise “mahrem” kavramıyla temellendirmektedirler. Yani sonuç olarak, aile kurumu özel bir kurumdur ve bu kurumda olup biten olaylar yalnızca karı-kocayı ilgilendirir; karı-kocanın arasına girilmez. Eğer erkek kadına şiddet uyguluyorsa bu durumun yine aile içinde çözülmesi, başkasının bu işe karışmaması gerekir. Bu durumda adli personellere düşen ikiliyi barıştırmak ve evlilik kurumunun sonlanmasını önlemektir, bu sebeple de ikiliyi barıştırmak için çeşitli yollara başvururlar. Ne yazık ki Opuz Davasında yaşananlar ilk değildir, son da olmamıştır.

Bireysel hakların yok edildiği ve kadının tamamen sömürüye uğradığı bu düzene “aile” demeye, tabiri caizse, bin şahit lazım. Bu noktada İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli özelliği, “korunması öncelikli olan” varlığı “aile” olarak değil; “birey” olarak tanımlamasıdır. Bireyin ön planda olmadığı bir aile kavramı ise kendi içinde çelişkilidir çünkü aileyi oluşturan parçalar bireylerdir. Ailenin sağlıklı bir şekilde var olabilmesinin ön koşulu bireylerin hem maddi hem manevi olarak sağlıklı olmasıdır. Eğer bir anlayış, ailenin sağlıklı veya sağlıksız olmasını umursamadan yalnızca o ailenin varlığını korumayı ön planda tutuyorsa, o anlayışın değişmesi elzemdir.

İstanbul Sözleşmesi’nin amacı, açıkladığımız “her ne olursa olsun aile kurumunun devamlılığını sağlamak” önceliğini yok ederek, yerine “bireylerin eşitliği ve can güvenliğini koyması durumu; aile kurumunu bozmaz, aksine güçlendirir. Bireylerin aile kurumu içinde eşitlikle, sevgiyle, mutlulukla ve özgürlükle var olması; çağdaş ve müreffeh bir Türk toplumunun vazgeçilmez koşuludur.

[1] Dilek KARAL, Elvan AYDEMİR, Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu Sosyal Araştırmalar Merkezi, Mart 2012, Sayfa 59.

[2] Tülay DEMİR, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Işığında Türkiye’de Kadın Hakları, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Haziran 2017, Kayseri. Sayfa 101.

[3] Recep DOĞAN, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Mayıs-Haziran 2017, Sayı 130. Sayfa 175.

[4] Recep DOĞAN, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Mayıs-Haziran 2017, Sayı 130. Sayfa 176.

[5] Recep DOĞAN, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Mayıs-Haziran 2017, Sayı 130. Sayfa 179–181.

[6] Tülay DEMİR, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Işığında Türkiye’de Kadın Hakları, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Haziran 2017, Kayseri. Sayfa 118.

--

--